Edebiyatçı - Akademisyen
DOĞUMU: 1961'de Kahramanmaraş'ta doğdu.
DOĞUMU: 1961'de Kahramanmaraş'ta doğdu.
ÜNİVERSİTE: İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'nü bitirdi. Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Dalı'nda Yüksek Lisans yaptı. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme Anabilim Dalı'nda doktorasını tamamladı.
- 1990-1993 yılları arasında Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu'nda 'Aile Uzmanı' olarak çalıştı.
- 1994'te Yüzüncü Yıl Üniversitesi'ne yardımcı doçent olarak atanan
Aydoğan, aynı üniversitede Sosyoloji Bölümü Başkanlığı ve Aile Araştırma Merkezi
Müdürlüğü görevlerini yürüttü.
- 1995 yılında Cumhuriyet Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve
Endüstri İlişkileri Bölümü'ne yardımcı doçent olarak atandı. Kasım 1998'de ise
Doçent ünvanını aldı.
- Doç. Dr. Feramuz Aydoğan Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekan Yardımcılığı ile Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü Başkanlığı görevlerinde bulundu.
MEDENİ HALİ: Evli ve iki çocuk babasıdır.
-------------------------------------------------------
Kardeşi Kamil Aydoğan'ın Günlüğünden
(Doc. Dr. Feramuz AYDOĞAN’ı rahmetle anıyor kardeşi Kamil AYDOĞAN'ın merhumla ilgili günlüklerinden 1'ini aşağıya alıyorum (akn)
İŞTE, 24 ARALIK 2000 PAZAR GÜNÜ
Ölüm haberini böyle aldım.
Hikâyesi uzun.
Otuz yedi yıl önce, yine bir kış günü annem vefat
etmişti.
Ben sekiz yaşlarında, Feramuz’sa bir yaşındaydı ve
emiyordu daha.
Isısız dağ köyünün yoksul, garip, sığınacak kimseleri
olmayan evlatları olarak dört kardeş, yapayalnız kalmıştık.
Babamız askerdeydi.
Çaresizlikten Feramuz’u sırtıma vurdular.
Bir yaşında, henüz emiyorken annesinden kopmuş, yaşama
tutunan küçük bir kuş yavrusundan farksız, sırtımda ağlayıp
duruyordu.
Sırtımda ağlayıp duruyordu ve ben O’nu yere bile
indiremiyordum.
Sırtımda yıllarca dolaştı ve yıllarca, ağlamayı unutuncaya
kadar ağladı.
O’nu sırtımda bir yük olarak değil, özel bir kardeş olarak
gezdiriyordum.
Yaz geliyor, kış oluyor, damın saçaklarından buzlar
sarkıyor ve ben sırtımda özel bir kardeşimle dolaşıp duruyordum. Erikleri,
dallarından birlikte kopartıyor, bahar güneşinin karşısında birlikte ısınıyor;
birlikte uyuyor, birlikte uyanıyorduk.
Sonra şehre indiğimizde de, şehrin üzerimize üzerimize
gelen seli karşısında yine birlikte savaştık.
Hayatımız savaşla geçti.
EVET, artık ben bir savaşçıydım.
Ya sırtımdaydı Feramuz, ya da sırt
sırtaydık.
Savaş o kadar işlemişti ki kanıma, bazen savaşmam
gerekmeyenlerle de savaşıyordum.
BAZEN savaş bıkıyordu benden,
BAZEN ben de şaşırıyordum böyle bir savaşı niye
başlattığıma,
İçim ısırıyordu beni durmadan,
Kışkırtılıyordum.
Sırtımda bir adam büyütmüştüm,
Direnmiştim,
Direndiğini görmüştüm sırtımda
taşıdıklarımın.
Yamaçlara tırmanmıştım,
Yüksek ağaçlara ve Kartal Kayasına.
Kartal Kayasının yosun tutmuş yüzünden kaymıştı ellerim,
Korkmamıştım,
Feramuz sırtımdaydı yirmi dört saat,
Çünkü dallarında ağaçların, yuvalarını görmüştüm
kuşların,
Kanatlarını geriyorlardı üstüne
yavrularının,
Ve işte tıpkı öyle.
Kanat germeyi öğrenmiştim,
Yosun tutmuş kayaların kalbine,
Asık yüzlü bir çocuk olarak.
Meydan okumayı öğrenmiştim,
Meydan okumayı.
*
Sonra bir de bacanak olduk.
Ben Semiray’la, O’da kardeşi Yurdagül’le
evlendi.
Karşılıklı olarak çocuklarımızın amcası ve
teyzesiydik.
Evlerimiz, kendi evlerimizden; çocuklarımız kendi
çocuklarımızdan farksızdı.
*
Karla, buzla savaşarak, sabaha karşı Sivas’a vardık.
Şehrin ışıkları göründüğünde Semiray’a dedim ki: “Şimdi
Feramuz’un evine varacağız ve orada istemediğimiz bir durumla karşılaşacağız.
Biz kesinlikle dirençli olmak zorundayız. Biz kendimizi bırakırsak, herkes
kendini bırakır, herkese örnek, herkese fren olmalıyız.”
Semiray Feramuz’u kesin bir şekilde kaybettiğimizi o vakit anladı.
“Kaybettik mi ? ” dedi.
“Evet” dedim.
Ve ağlamak Allah’ın bir lütfudur.
Ağlamak bazen mutluluktur, huzurdur.
Çıldırmanın sigortasıdır ağlamak. Ya, böyle bir imkân
verilmesiydi insanoğluna?
En zor işlerden birisiyle karşı karşıyaydık: Evine
girecek, eşi Yurdagül, çocukları Sevde ve Berra ile
karşılaşacaktık.
Sevde onbir, Berra üç yaşındaydı.
Kızım, İlke Hicran da oradaydı.
*
Feramuz, ölümünden bir hafta önce, sık sık geldiği Ankara’ya yine gelmişti.
Bir başkaydı bu gelişi.
Akşam, bizin evin salonunda, herkesler yattıktan sonra,
neredeyse sabaha kadar baş başa oturduk.
Hayatımızı özetledik.
Çocuklarımızın eğitimlerini, bundan sonra yapmamız
gerekenleri, ailemizi, evimizi, işimizi konuştuk.
Çevremizdeki insanları, arkadaşlarımızı, dostlarımızı,
yanımızda olanları, destek aldıklarımızı, karşımızdakileri, bürokratik, siyasi
kademelerdeki tanıdıklarımızı, herkesi tahlil ettik. Zaten O, muhteşem bir
karakter tahlilcisiydi. Bir insanın iç dünyasının fotoğraflarını okuması için, o
kişiyi bir kez görmesi yetiyordu.
Sonra söz, ait olduğumuz dünyaya geldi.
Söz ölüme geldi.
“Alt kültür” dedi, “ölümü feryat, figanla
karşılar.”
Oysa öyle olmaması gerekir.
“Sakıp Sabancı’yı kardeşinin cenazesinde görmedin mi”
dedi, “adam vakur bir şekilde, dimdik ayakta taziyeleri kabul etmiyor muydu?”
dedi. “Adamın ciğeri yanmıyor mu sanıyorsun? İşte biz de öyle olmalıyız”
dedi.
“Yüreğimiz yansa da, dimdik ayakta durmalıyız ve
feryat-figana asla izin vermemeliyiz! Allah’a teslim olmanın, tevekkülün gereği
de zaten budur!”
Sabaha karşı, salondaki kanepelerde
uyuyakalmışız.
Son kez birlikte olduğumuzu sanki biliyor gibi,
konuşulmadık hiçbir konu, üzerinde değerlendirme yapılmadık bir tek kişi
bırakmamıştık.
Birisi bize, “bu birlikte son geceniz, son görüşmeniz, neyiniz varsa görüşün” deseydi, ancak böyle olabilirdi.
Sabah kucaklayıp uğurladık Sivas’a.
Ayrılırken dedim ki, “arefeden bir gün önce, siz Sivas’tan
gelirsiniz, biz de Ankara’dan. Kayseri-Sivas yol ayrımında buluşuruz, Maraş’a
birlikte gideriz.”
-------------------------------------------------------
ARARIM
Doç. Dr. Feramuz Aydoğan’ın anısına
ardında çoğalır bir haber
saatin kaç olduğunu anlat
yarını anlat, -ki karlar erir, gökyüzü eğilir sana-
küçük bir çocuk gibi titreyen yüreğim
yollar düşer, yorgun düşer
dağlardan çekilen deniz sularıyla
paylaşırım yalnızlığımı
hep uzakları
uzakları ararım
bir sözcük konar içime, kanatlarında kandiller asılı
bakışların, gülüşlerin gelir
öksüz kuşlar gibi ağlar düşlerim
nerde dursam benim değildir o yer
kitaplar karıştırır,
yeni bir çay doldururum bardağıma
boş duvarlarda sallanır ışıklar
kapının açılışını
ansızın gelişini ararım
kimse bilmez ruhumda yitirdiğim mezarlığı
sana giden adımlarla tanışır sokak taşları
siyah bir kedi kaçar karanlığa
bir kadın çığlığı boşanır ayrılıklardan
sesleriyle ve kanatlarıyla gelir periler
nereye dönsem ordasın
ararım, ararım
kimse bilmez son sözün aslında bir ilk söz olduğunu
seni, yağan yağmurlara ve gri akşamlara
fakülte duvarlarına çarpan şarkılara
köşelere
yeniden buluşmalara uğurladığımı
içim böyle dolar boşalır gözlerinle
telefona gider elim
bir korku yapışır böğrüme
uzadıkça uzar ayrılık türküleri
biliyorum ordasın
ruhumu ararım
karlarla üşüyen akşama bıraktım en son
metro çıkışıyla yüzleştim
ağrısını duydum sarı çiçeklerin ve unutulmuş
masalların
ellerim sessiz bir martı gibi,
ıssız odalara saklanmış şiirler gibi düştü yanıma
yitip giderim, üzerimde kurşun gibi gözler
aldırmam, ararım
aslında kavuşmak için kondu ayrılıklar
bir bayram öncesi bir bilmece gibi son kez
üzerinde dolaştım yarım kalmış hayatımın
yolun karşısına geçirdim iki yaşlı dilenciyi
tanımadılar
yüzümdeki soğuk terlerden
boşalan ve bir akrep gibi gizlenen
ilk kez keskin bir ayrılığı
ilk kez denizlerde boğulurken gördüm ölümü
ben de seninleyim artık
bir sözün peşinde döner durur dünya
biliyorum ordasın işte
ölümü ararım
-------------------------------------------------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder